10 Kasım 2008 Pazartesi

12 Angry Men

12 Angry Men (1957) Sidney Lumet


Önemli:

Aşağıdaki yazı ile, filmin kurgusu ve konusu hakkında apaçık birtakım bilgiler verildiği konusunda bilgi sahibi olmanız rica olunur.

Yeniler bizi bilmediğimiz bir dünyaya götürüyor olabilirler ancak eskiler, bildiğimiz veya en azından bahsedildiğini işittiğimiz bir dünyada bizi gezintiye çıkarırlar. Yenileri gördükçe bilmediğimiz ne de çok şeyin olduğunu anlar ve hayrete düşeriz; eskiler ise bildiğimizi sandığımız şeylerin ne kadar eksik olabileceğini bize gösterir. Sonuçta yeniler, yeniliğin kendini beğenmişliğiyle, eskiler ise eskiliğin vakur ve olgun tavrıyla bizi karşılarlar. 

Önceleri, görsel efektler yokken ve hatta filmler renkli bile değilken, bir odanın içinde, bir trende veya -belki de en önemlisi bu- bir insanın içinde neler koptuğu konusunda filmler yapılır, hikâyeler anlatılırken ve bizi şaşırtması gerekenler diyaloglar ve insan durumları veya Balzac gibi söylemek gerekirse comédie humaine iken, şimdilerde bu şaşkınlık yavaş yavaş yerini, bir tırın falanca köprüden nasıl uçacağı, falanca gezegenden gelen uzaylıların dünyayı istila ederken kullanacakları çiğ yeşil lazer ışınlarının nasıl da puf diye insanları dumana çevirebilecekleri sinemanın bize anlatmak istediklerindeki değişime dair ipuçları veriyor gibi. Filmlerin renklenmesi onları daha renkli hale getirmiyor açıkça; olsa olsa algılarımızın nasıl gitgide daha fazla görselleştiğine, bugün kör olmanın, bundan önce kör olmaktan ne kertede daha zor olduğuna işaret ediyor kısaca.

Evet, bu bir ölçüt olabilir mi bilmiyorum; ancak bir kör tarafından izlenebilirliği bir filmin kalitesi, bir öykünün çarpıcılığı ve hatta bir yönetmenin dehası hakkında bir fikir verebilir. Görselliği hepten küçümsemeye çalışmıyorum, ancak görselliğin tamamlayıcı veya en azından tamamlanan bir unsur olması gerektiğini düşünüyorum. 

12 Kızgın Adam, tam da bu şekilde, bir odanın içinde, bir masa etrafında, gerçek zamanlı olarak, yağmuru haber veren yılın en sıcak gününün ardından akşama doğru, gürüldeyen gök ve dökülen yağmurla birlikte on iki adamın fırtınalarını ekrandan bize iletmeyi başarıyor. 

12 sayısının sembolik anlamları üzerinde uzun uzadıya durmanın bir faydası da gereği de yok. Belki, o da kısaca, birçok kültürde kutsal sayıldığı, Pisagor tarafından mükemmel bir sayı olarak ilan edildiği (1, 2, 3, 4 ve 6'ya tam olarak bölünebildiği de düşünülürse),  Hz. İsa'nın havarilerinin sayısının tam da bu kadar olduğu, yılın 12 aydan oluştuğu ve buna benzer ufak tefek ama önemi kuşku götürmeyen veriler anılabilir. Başlangıçta jüri sayısının, karar çokluğunu belirleyebilmekte kolaylık sağlaması açısından tek bir sayı olması gerektiğini düşünüyordum doğrusu; ancak sonra, bir kişiyi idama kadar götürebilecek olan jüri kararının oybirliği ile alınması gerektiğini düşününce, elbette çift sayıdan da oluşabileceğini teslim etmek durumundayım.

Tarihsel olarak jüri sisteminin oluşumu, önce 1066 Hastings savaşı ile bir piçken fatihe dönüşen Norman Kralı William tarafından oluşturuluyor. Bir asır sonra, 1166 tarihli Assize of Clarendon belgesi "12 hukuka en çok riayet eden adam" olarak jüri sistemine ve spesifik sayıya atıf yapıyor. 1215 Magna Carta Libertatum'da da Jüri sisteminin gerekliliği ve önemi zikrediliyor. Dolayısıyla tam anlamıyla bir Anglo-sakson icadı denebilir.

Ama neden ille de 12? Anlaşılan o ki, Amerikan adalet sisteminde, jürinin temsil ettiği şey her neyse, Amerikan toplumunun 12 sayısını algılaması noktasında bir fikir verebilir. Jüri, bilindiği üzere vergi veren vatandaşların belirli ölçekteki kamu davalarıyla sınırlı olmak üzere mahkeme celbiyle çağrıldıklarında yerine getirmek zorunda oldukları bir vatandaşlık görevi. Buradan anlaşılan şu; demokrasiyi her ne olursa olsun, yaşamın kılcallarına sızdırmak amacındaki Amerikan ideali, yargıcı bu tür davalarda yalnızca bir hakem olarak atıyor ve kamuyu temsilen, ancak -burası önemli- her halükarda yalnızca vergi veren vatandaşlardan müteşekkil temsili bir kamuya yargılama ve cezalandırma yetkisi veriyor: Özetle yargıç, usul açısından davanın sağ salim gidişatını temin ederken, jüri hüküm verme, yani hâkimlik yetkisini haiz oluyor. Bu durum kıta Avrupa'sının hukuk anlayışına biraz ters düşüyor: Kıta Avrupa'sının hukuk sisteminde yargıç, hâkimlik yetkisini de elinde bulunduruyor; oysa ki Amerikan sisteminde varlığı önsayılan bir kamu vicdanının tatmini söz konusu. Fransız hukuk belgelerinde, örneğin bir karar ilamında "au nom du peuple français" ifadesi sayfanın en başında göze çarpar. Kıta Avrupa'sının hukuk sisteminde dolayısıyla, hukuk ve usul bilgisi yargıcın hüküm vermesi için yeterli bir ön şart sayılıyor; Amerikan hukuk sisteminde ise, kamuyu temsil eden bir grubun söz söyleme hakkı doğuyor: Burada ön şart ortalama vatandaşın vicdanına ve değer yargılarına sahip olan 12 kişinin varlığıdır. Nitekim internette muhtelif sitelerde Jüri sisteminin Amerikalılar tarafından 'demokrasinin siperi' (bulwark of democracy) olarak değerlendirildiğini de belirtmeliyim.

Pekala; madem öyle, jüri dağılımının Amerikan toplumunu temsil eden birçok gruptan müteşekkil olması gerekmez mi bu durumda? Oysa ki 12 Kızgın Adam filminde, adı üstünde, on iki adam jüriyi oluşturuyor. Aralarında hiç kadın olmadığı gibi, mesela hiç zenci erkek de yok. Bu konuyu biraz olsun açıklığa kavuşturmak için yaptığım ufak çaplı bir araştırmada şu sonuçlara vardım: İlk olarak ABD Anayasası'nın 19. Ek Maddesinin (19th Amendment) kadınlara seçme ve seçilme hakkını 1920 yılında verdiğini öğrendim. İkinci olarak, her ne kadar kadınlara seçme ve seçilme hakkı geç bir tarihte verilmiş olsa da, 1656 gibi erken bir tarihte bile, Judith Catchpole adlı bir 'cadı'nın yargılanmasında tamamen kadınlardan oluşan bir jürinin varlığını öğrendim. Üçüncü olarak filmin yapım tarihinin 1957 olduğunu biliyoruz. Son olarak, filmin başlarında, Henry Fonda'nın pencereden dışarıya baktığında güzel olduğunu belirttiği ve aşağıda ihtişamlı bir fotoğrafı da bulunan Woolworth Building'in 1913 yılında inşa edildiğini gördüm. Bu kadar gereksiz bilgiden çıkan sonuç, filmin 1913'ten sonraki bir tarihi anlattığı konusunda emin olduğumuz ve 1957'den geç bir dönemi anlattığına inanmamızı sağlayacak herhangi bir delilin olmamasıdır. Amerikan Jüri sisteminde 1957, hatta Woolworth binasının inşa tarihi olan 1910'lu yıllarda bire tamamen beyaz Amerikalılardan oluşan bir jüri alışılmadık bir durumsa da, yine de hepten imkânsız değildir. Aradığımız çeşitliliğin yalnızca  Orta Avrupa asıllı bir göçmen olduğu aksanından anlaşılan 11 no.lu jüriden (George Voskovec) ibaret olduğunu söyleyebiliriz. 

Filmin açılışı, bir duruşma salonunda yargıcın jüriyi (ve dolayısıyla aslında bizi) bilgilendirdiği kısa bir konuşma ile oluyor. Buna göre, filmin de ekseninde döndüğü iki anahtar ilke dikkate sunulmaktadır:

1.      a) Jüri kararını, ister berat olsun ister sanık suçlu bulunsun, oybirliği ile almak zorundadır.

2.   b) Eğer jürinin aklında haklı kuşkular (reasonable doubts) varsa sanığın suçluluğuna karar vermemelidir.

Bu sahnenin hemen ardından, ölüm cezasıyla beraat arasında gidip gelen ve yüzünden bir göçmen olduğu anlaşılabilecek çelimsiz ve esmer sanığın ifadesini görürüz; bu, seyircinin, bir nebze olsun yaşamı hakkında karar verilecek kişiyle özdeşleşmesini sağlamak amacı gütmekte gibidir. Bir sonraki sahnede mübaşir jüriyi, kapının hemen dışında olacağına dair bilgilendirir ve jüri bu 'son derece kolay' davada derhal hüküm vermek üzere odaya çekilir. Başlangıçta jürinin dikkati dava dışında hemen her şeye yöneliktir: Sıcak hava, Yankee'lerin akşam saat sekizde başlayacak maçı, reklamcılık vs. Ancak zamanla, özellikle bir çatlak sesin çıkmasıyla, dikkatler, zaman zaman gerginleşen bir atmosferde, jürinin o odada bulunma nedenine, yani davaya çekilecektir.

Jüri, ikinci bir 'izleyiciye kolaylık' hamlesiyle, numara sırasına göre masanın etrafındaki sandalyelere oturur; 1, 2, 3 … no.lu jüri diye sırasıyla. Dolayısıyla bir anda her birinin isimleri ve kim oldukları önemini kaybeder; ancak öte yandan elbette kendi hikâyelerine sahip birer birey olarak kişisel geçmişlerinden kopamazlar. Jüri salonundan çıkıncaya değin isimsiz vatandaşlar olarak böylelikle kararlarında belirli bir tarafsızlık ve bağımsızlık sağlanmaya çalışılmıştır denebilir: İsimleri önemli olmayan, her yerde görebileceğiniz sıradan bir vatandaş: Ancak genç sanığın öyküsü yavaş yavaş ortaya serildikçe, sokaktaki her bir vatandaşın bir diğerinden ne denli farklı olduğu, kişisel geçmişlerin -ister bu geçmişin sonucuna dönüşmüş olsun, isterse onunla mücadele ederek kendisi olmuş olsun- karar vermede ne denli etkili olduğu ortaya çıkar: Ortalama vatandaş diye bir şey olmadığını; herkesin farklı bir hikâyesi olduğunu anlarız böylelikle.

1 no.lu jüri, aslında herkesin sonucundan emin olduğu bir davada usulen bir oylama ister; on bir kişi çocuğun idam edilmesinden yanayken, bir kişi, 8 no.lu jüri (Henry Fonda) haklı kuşkuları olduğu gerekçesiyle bu karara karşı çıkar. İlkesel olarak yalnızca tartışmak istediğini beyan eder: Amacı sorun çıkarmak değildir; ancak görünüşe göre birkaç günlük davayı gerçekten de vicdanında bir yük olarak hissedip, üstüne üstlük kendince ufak çaplı bir araştırmaya da girişen 8 no.lu jüri, diğerlerince bir an önce bitirilmesi gereken bir prosedür olarak görülüp ona göre ele alınan bir kişinin yaşamının kendi ellerinde olduğunun farkında olduğunun, "zaruri ihtimam" (due diligence) göstermenin ahlakî bir sorumluluk olduğunun bilincindedir. 

Hayır; diğer jürinin ahlaksız (immoral) davrandığını söylemeye çalışmıyorum. Ancak ahlak-dışı (amoral) davrandıklarını  düşündüğümü belirtmek zorundayım. Moral-immoral-amoral üçlüsü arasında kolaylıkla  karmaşıklaşabilecek bir ilişki vardır. Moral, bir yargıyı ahlaki kriterlere dayanarak vermek anlamına gelirken; immoral bu ahlaki yargının varlığından haberdar olmakla birlikte onu küçümsemek, yok saymak, yapıbozuma uğratmak, hatta onun hilafına yeni bir moral sistem inşa etmek. Oysa ki amoral, ahlak yokluğudur; ahlaki olunması gereken bir noktada onu hiçe saymak, yokmuş gibi davranmak, herhangi bir ahlaki kategorinin veya ahlaki yargıya dayanan kararın alınmasında, hangi nedenle olursa olsun, ahlâkı unutmak, varlığından haberdar olmamak; kısaca onu denkleme dâhil etmemektir. Amoral, nispeten yeni bir kategoridir ve bizim ahlaki yargıyı günbegün yaşamımızdan nasıl çıkardığımızı gösterir: Aşırı ahlakçıları birer ibret vesilesi olarak göstererek, immoral değil de amoral olan pompalanır: Bunun nedeni, yeri geldiğinde her an bir ahlaka sistem tarafından ihtiyaç duyulabileceği, ahlaka düşman olmanın sistem ve iktidar açısından oldukça büyük sorunlara yol açacak olması gerçeğidir. Dolayısıyla, olayların günlük akışı içerisinde, gittikçe her türlü ahlaksızlığı daha fazla hoş görür hale gelirken ahlak alan kaybetmektedir. Sivas'ın veya Yozgat'ın falanca köy kahvesinde, Bodrum'da güneşlenen açık saçık sosyetik "güzeli" şehvetle seyreden adamın durumu budur; kendi ailesi için uygun görmeyeceği, her halükarda karşı çıkacağı bir uygulamayı, televizyondaki için fazlasıyla hoş görmektedir -hangi nedenle olursa olsun, onun için bir başkasının durumu ahlak kategorisi içerisinde değildir; çünkü bu görüntüler sayesindedir ki, ahlak yalnızca zor durumda kaldığımızda başvurduğumuz bir aygıta dönüşmüş ve ahlaksızlıktan ziyade ahlakdışılık yaygınlık kazanmıştır. Ahlak gitgide iktidarın pragmatik aygıtı halini almaktadır.

Jürinin karar vermek zorunda olduğu konu, son derece ilginç biçimde bir baba katli davasıdır. Çocuk, babası kendini dövdüğü için onu öldürmekle suçlanmaktadır. Baba katlinin birçok kültürde işlenebilecek en büyük suç olduğu, Freud'ın 'Karamazov Kardeşler' için yazdığı önsözde belirttiği gibi, en sevilen hikâyelerin, Oedipus kompleksi itkisi altındaki erkeğin babasını katlettiği hikâyeler olduğu; buna örnek olarak Sophocles'in Oedipus Rex'i, Shakespeare'in Hamlet'i ve Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'inin gösterilebileceği söylenebilir. Her ne kadar derinlikle işlenmemiş olsa da, filmin her yanına ve her anına sinmiş olan biraz da budur; Michel Foucault'nun Hapishanenin Doğuşu kitabında da anlattığı ve iki buçuk asır önce akıl almaz işkencelerle cezalandırılan baba katliamı, sanki binlerce yılda oluşturulmuş ve titizlikle muhafaza edilmesi gereken sistemin temel kodunu tehdit etmekte gibidir; babayı öldürmek bir nevi crime ultime olarak değerlendirilebilir: İşlenebilecek en büyük suç!

Film ilerledikçe yönetmen Sidney Lumet, kamerayı yavaş yavaş aşağı indirerek son yarım saatin neredeyse tamamını göz hizasında çekerek, odanın klostrofobik havasını daha bir vurguluyor. IMDb'den öğrendiğime göre, yine film ilerledikçe, uzun odaklı merceği tedrici olarak kısa odaklı mercekle değiştirerek aynı etkiyi artırıyor. Son derece de başarılı olduğu tartışmasız.

Tartışma sürdükçe davanın görünürdeki sağlam argümanları, 8 no.lu jürinin (ve hemen sonra kendisine katılan 9 ve 3 no.lu jürilerin) gayretleriyle yavaş yavaş mantıklı kuşkular halini alır. Bir sahnede bir mimar olduğunu belirten 8 no.lu jüri (Henry Fonda) kuşku inşa eder ve bunu, aslında son derece sofistike bir şekilde, ancak zaman zaman kimseyi karşısına almaktan çekinmeyecek şekilde yapar. Zamanla saflar belirginleşir ve iki görüşün fanatikleri oluşur; özellikle idamı savunan ve son kalan üç jüri den biri, yani 4 no.lu jüri (E.G. Marshall) neden sanığın idam edilmesi yönünde oy kullandığını soğukkanlılık ve nezaketle anlatmaya çalışır; oysa ki 3 no.lu jüri (Lee J. Cobb) filmde tanımlandığı şekliyle, duygularıyla hareket eden ve kendi oğluyla yaşadığı sorunların dışına çıkamayan bir "self-appointed public avenger" (kerameti kendinden menkul kamu intikamcısı diye çevrilebilir) olarak üslubunu belirler; sanıktan kamu adına intikam alınması gerektiğini öne sürerek, baba katlinin sistemin devamını riske atan bir unsur olduğunun altını çizer gibidir. Film sürdükçe, gerçekte böylesi bir grupta olabilecek diğer birçok şey olur: 12 no.lu jüri -ki bir reklamcıdır- (Robert Webber) birkaç kez fikir değiştirir; biri sırf maça yetişebilmek için fikir değiştirir; sinirler gerilir. Bir sahnede ise oldukça ilgi çekici bir mesaj verilir; Ellis Adası'na henüz ayak basmış gibi yoğun bir aksanı olan Doğu Avrupalı, Yankees fanatiği doğuştan Amerikalı'ya "bizi güçlü yapan şeylerden biri de bu işte" derken Amerikanlaşma ve entegrasyon hakkında muhteşem bir işaret sunuyor: Bugün, çoğunluğu Musevi olan hemen hemen tüm doğu-orta Avrupa göçmeni Amerikan toplumuna son derece başarılı biçimde eklemlenmiş görünüyor; oysa ki Hispanikler sayıca çoğaldıkça toplumsal bir tehdit olarak algılanıyorlar: Burada Avrupa kültürüne has, onun tanıdığı bir entegrasyon dikkat çekiyor; oysa ki hispanik latin Amerika'da dört yüz şu kadar yıldır, asimilasyon mesela Meksika'daki Mayalar gibi yerlilerde sonuç vermiyor. Dolayısıyla Avrupalı entegre oluyor, Hispanik ise, yalnızca asimilasyonu tanıdığı ve bir onur sorunu olarak gördüğü asimilasyonla entegrasyonu özdeşleştirdiği için entegre de olamıyor.

12 Angry Men bize insana dair ve dolayısıyla son tahlilde topluma dair olguların, filmin birçok yerinde de duyulabileceği üzere, "pozitif bilgi", "kesin bilim" çerçevesine sığmayacağı, adaletin gerçekten de ancak ve ancak önyargılara ve toplumsal katmanlanmaya kör biri tarafından sağlanabileceği, iyi bir filmin de aynı şekilde kör bir izleyici tarafından da izleyip keyif alınabileceği hakkında birçok açılım sunuyor.

 

 

Kaynakça:

http://www.crfc.org/americanjury

http://avalon.law.yale.edu/medieval/assizecl.asp

http://www.imdb.com/title/tt0050083/

http://en.wikipedia.org/wiki/Michel_Foucault

F. M. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, İletişim Yayınları

Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Shawshank Redemption



Shawshank Redemption
(1994)
Yönetmen:
Frank Darabont - The Green Mile (Yeşil Yol) / The Mist (Öldüren Sis)

Oyuncular:
Tim Robbins (Andy Dufresne)
Morgan Freeman (Ellis Boyd 'Red' Redding)
Bob Gunton (Müdür Norton)
Gil Bellows (Tommy)

McGuffin: Taş keskisi, volkanik taş, Rita Hayworth'un (ve daha sonra Marilyn Monroe ve Raquel Welch'in) posterleri, Brooks'un kuzgunu, bir değişim aracı olarak Lucky Strike paketleri, İncil, tekne.


Edebi Göndermeler: Alexandre Dumas'nın 'Le Comte de Monte Christo', Edgar Allen Poe'nun 'The Raven'.


http://www.imdb.com/title/tt0111161/

Shawshank Redemption veya Esaretin Bedeli. Internet Movie Database'de gelmiş geçmiş en iyi film olarak 9,2/10 puanla, bir süre Mario Puzo's Godfather ile çekiştikten sonra yakın zamanda ilk sıraya yerleşti. Ülkemizde de, en azından bizim kuşağımız (haydi apolitik '80 kuşağı diyelim açık açık) için çok şey ifade eden bir yapım oldu. Aynı zamanda Stephen King'in ne denli görsel bir yazar olduğuna dair inancımızı da pekiştirdi. Peki onu bu kadar iyi bir film yapan şey ne?

İyilik/kötülük, özgürlük/tutsaklık, bireycilik, intikam, umut, dostluk, sanat, kader, mutluluk, bilgi, zaman, yetenek, edebiyat ve din gibi bir çok felsefi kavramı didik didik ederek, aslında aynı zamanda beynimize de -ne mutlu- kanca atmış bu soru işaretlerini ele alan film sona erdiğinde ben edebiyatın ve sinemanın yaşamı ne kadar da güzelleştirdiklerini düşünürken buluverdim kendimi. Oysa ki gerçekte ne de çok 'kötü' olarak tanımladığımız şey oldu film boyunca: Dayak, işkence, hücre hapsi, tecavüz, aşağılama, yolsuzluk, din sömürüsü... Demek ki, hemen her yazarı bir şekilde karşılaştırmaktan veya tüm edebiyat için bir nirengi olarak kabul etmekten kaçınamadığım Dostoyevski ve edebiyatta bir akım başlatan Poe gibi, King de güzel olan hemen her şeyin, bir şekilde kötü ve çirkin olanla ilişkili ve dahası iç içe olduğunu görüyor ve gösteriyor.


Filmin gerçek adı Shawshank Redemption. King'in, filmin de esinlendiği öyküsünün adı ise Rita Hayworth and the Shawshank Redemption. 'Redemption' kelimesinin sözlük anlamı, 'arınma' veya 'redeem: gözden geçirmek' daha Türkçesi murakabe etmek, nedamet getirmek gibi bir şeye karşılık geliyor. Burada, neredeyse Foucault-vâri bir atıf var; bir retorik hilesi: İnsanlar içeriye 'tıkılırlar' çünkü yaptıkları 'yanlış şeyleri' gözden geçirmeleri, nedamet getirmeleri ve kendilerine itiraf etmeleri gerekir. Belki Katolik fıkhına benzer şekilde; ancak ondan bir şekilde farklı olarak: Red'in her on yılda bir bir kurulun karşısına geçerek 'This is God's honest truth!' demesinden ziyade, karşısındaki kurul başkanını aşağılayacak ve hatta ona hakaret edebilecek kadar kendisine itirafta bulunması gerekmektedir. Bu, kendi kendine günah çıkartmanın bir türüdür. Oysa ki 'redemption' bir hapishaneyi anlatmak için yanlış veya en azından yetersiz bir kelimedir. ABD'de hapishane için kimi zaman 'correction' (düzeltme) ifadesi de kullanılıyor. Oysa ki Andy'nin kütüphanede konuşurlarken Red'e de söylediği gibi “dışarıdayken tek bir kanunsuz işe bulaşmamışken içeride yüz binlerce dolarlık yolsuzluk yapması” ne murakabe ne de düzeltme için hapishanenin doğru yer olmadığını göstermiyor mu?


Kötülük

Güzel öyküler gerçekten de kötülüklerden doğuyor. Bütün bir Holocaust edebiyatının ve sinemasının ardında da belki de bu saik yatıyor. Spielberg'in unutulmaz Shindler'in Listesi'nde bir SS subayının bir Yahudi kamp tutsağına gelerek bir parça malzemeyi kaç saniyede yaptığını sormasının ardından, tutsağın canını kurtarmak pahasına normalde yaptığı süreden daha düşük bir süre söylemesi, bunu yapmaya zorlandığında kronometreye ucu ucuna yetişmesi ve akabinde basit bir matematik hesapla subayın sabahtan o ana değin kaç parça malzemeyi bitirmiş olması gerektiğini söyleyerek tutsağı öldürmesi... Jurek Becker'in 'Yalancı Jacob'ı, Erick Hackl'ın 'Elveda Sidonie'si ve daha niceleri sanırım kötülüğün ne derece yaratıcı olduğunu göstermeye yetecek kanıtlar; ister bu yaratıcılığı SS subaylarına borçlu olalım isterse Hollywood endüstrisinin pro-Yahudi sinema lobisine...


Özgürlük

Kötülük ve onun genelde almaya yatkın olduğu şekil olan baskıcılık veya istibdat, görüyoruz ki, haydi Sartre gibi söyleyelim, insana kendisini gerçekleştirmek için bir şans verir. Artık yalnızca siyahların veya beyazların olduğu veya hiç değilse grilerin derhal siyaha veya beyaza tahvil edildiği bir dünyadasınızdır ve seçim yapmaktan başka bir şansınız yoktur. Oysa ki özgür bir dünya kelimenin tam anlamıyla rengarenk bir dünyadır: Seçim yapmasanız da olur; herhangi bir renge boyanmış olmanın bir başka renge boyanmış olmaktan farklı olmadığı bir dünya...


Bireycilik

Esaretin Bedeli, yakın zamanda izlediğim diğer birkaç filmde de olduğu gibi bireyciliğe bir övgü aslında. 'Das Leben der Anderen' (Başkalarının hayatı), Persepolis, Equilibrium, the Insider ve edebiyatın unutulmazları arasında olan 1984, Metamorfoz gibi toplumun, sermayenin, devletin veya örgütlü diğer hemen her şeyin oluşturduğu baskıdan bir kaçışın, bu kaçış esnasında da dönüşümün övgüsü. Bize başlangıcından beri edebiyatın burjuva sınıfının ve sanayi toplumunun bir ürünü olduğu öğretilmişti zaten; sanırım insanlar kitap okumayı bırakalı beri onun yerini sinema dolduruyor denebilir. Ancak yine de kahramanımız Andy Dufresne'nin farklı bir bireycilik anlayışı olduğunu teslim etmeliyiz. Diğer öykülerin kahramanları dönüşürken gerçekliği kabul etmeyi öğrenirler. Andy Dufresne ise gerçekliği değiştirebileceğine dair, hem de tek başına değiştirebileceğine dair inanca sahiptir. En yakın arkadaşına bile, tüm paylaşımlarına karşın, kaçış planlarından söz etmeyecek kadar ketumdur.


Dostluk

Öte yandan aslında o da değişmektedir. Üst sınıftan bir New York bankerinin, karısını ve karısının aşığını öldürme suçuyla iki kez müebbet hapse mahkum olması ve kelimenin tam anlamıyla bir kader mahkumu haline gelmesi ve akabinde daha bir gençken katil olan ve kendi deyimiyle “Shawshank'teki tek suçlu” ve İrlandalı bir zenci olan Red ile aralarında kurduğu dostluk bağı, belki filmin geçtiği dönem için pek de alışılmadık bir dostluk örneği. Henüz Martin Luther King Jr'ın meşhur Washington mitingi bile ufukta görünmezken bu dostluk, yaşamı siyah ve beyaz olarak ayıran hapishane duvarlarının arasında siyah ve beyaz arasındaki farkın görünmediği bir arkadaşlık yaratmaktadır.


İntikam

Bir yerlerde, 'Esaretin Bedeli'


Not: 'Esaretin Bedeli' bana başından beridir son derece kötü bir çeviri gibi geliyor. Kabul; 'Şauşenk Hapishanesi' gerek fonetik yapısı gerekse bize anlatacakları bakımından eksik/kötü bir film adı çevirisi olurdu ancak 'Esaretin Bedeli' de neyin nesi? Esaret belki bir şeylerin bedelidir de, esaretin bedeli nedir? Belki 'Özgürlüğün Bedeli' daha başarılı bir çeviri olurdu düşüncesindeyim.